Kıymetli İnsan

Güneşin başımı okşadığını hissediyorum. Sıcacık dokunuyordu. Hafif bir rüzgar yüzümü okşar gibi geçiyordu tenimden. Hayatta her şeyin şefkati olduğunu anlamakla, her şeyin merhameti olduğunu anlamam bir olmuştu. O sabah sıcak, sakin, tatlı bir sabahtı bütün şehir için. Bir cumartesi sessizliği vardı havada. Kuşların sohbetini dinlemek de mümkündü üstelik. Gökyüzünde belli belirsiz beyaz bulutlar, mavilikler, güneşin saçtığı o sarılık gülümsemeye yetiyordu. Bunun için doğanın o anda bana, bize bütün şehre şefkat gösterdiğini düşündüm. Başka kim böylesine yüzümüzü ısıtabilir ki? Başka ne böylesine gülümsetebilir bizi? Başka ne yüreğimizi, içimizi böylesine serinletebilir, rahatlatır? İşte bu doğanın şefkatiydi. Doğanın doğaya, doğanın insana şefkatiydi. Bunun içindi her şeyin şefkati olabileceği düşüncesine kapılışım. Her şeyin şefkati varsa merhameti de vardı öyleyse. Güne uyanmak örneğin, nefes alabilmek, güneşi görebilmek gözlerimiz yaşarırcasına. Bunca kötülüğe rağmen hayatta kalabilmek merhametti. Ağaçların çiçek açması, toprakta biten çim, rüzgarın getirdiği kokular merhametti. Hala evlerimizde oturuyor, yiyip içebiliyorduk. Seyrediyor, duyuyor, tadıyor, hissediyorduk. Yaşıyorduk hala, onca karanlığa rağmen aydınlık oluyordu, güneş her sabah doğuyordu yeniden. İşte bu merhametti; Tanrının merhameti, doğanın merhametiydi.
Böyle hislerle ne zaman dolsam “Kıymet” geliyor aklıma. Sahi, biz kıymeti bilir miydik? Kıymet bir isim değildir. Bir kelimede değildir. Kıymet bir kavram da değildir. Kıymet, başlı başına yüce bir değerdir. İnsanın içinde taşıyacağı, taşımakla değerleneceği, değerlendikçe güzelleşeceği, güzelleştikçe yüceleceği bir değerdir. Oysa biz böyle değerleri taşıyamaz olduk. Kıymet gibi, vefa gibi, aşk gibi, hürmet gibi… Biz artık bunları bilmez, hatırlamaz, kullanmaz olduk. Lazım değilmiş gibi, gerek duyulmaz gibi görür olduk onları. Oysa onlarsız eksiktik. Kıymetsiz ucuzduk, vefasız boştuk, aşksız koftuk, hürmetsiz kokmuştuk. Bunu anlamakta kolay değildi elbette; “Öz” lazımdı. O’da yoktu bizde.
Eksiğimiz çoktu, tamam olmak için ne çok şeye ihtiyacımız vardı bizim? Ağacın ağaca duyduğu şefkati, havanın suya, bir arının bir çiçeğe duyduğu şefkati duymak için, güneşi gerçekten görebilmek için, ne çok şeye ihtiyacımız vardı? İnsanın insana şefkat duyması için, doğanın doğaya duyduğu merhamet gibi, insanın insana merhamet duyması için, ne çok şeye ihtiyacımız vardı?
Her şey, insanın kendisinden geçiyordu oysaki. Kıymet dedik, vefa dedik, aşk dedik, hürmet dedik, daha niceleri için, sadece insanın kendisine ihtiyacı vardı. Çünkü “öz” insanın kendi benliği, kendi manevi varlığıydı. Yani insanın kendisi, kendisinin özüydü. Bir başkası değil kendisi olmalıydı insan. Başkası gibi değil kendisi gibi olmalıydı. İnsan, kendisi olduğunda anlar ancak eksiklerini, fazlalarını. O zaman özüne kavuşur işte. Sonra diğer bütün yüce değerler sırasıyla bulur insanı. Vefa bulur, aşk bulur, hürmet bulur. İnsan kendisi olduğunda şefkat duymayı da bilir. Merhamet, kendisi olmuş bir insanın içinden hiç gitmez. Özüyle var olan insan, yüce değerlerle iç içe, güneşi görebilir. Doğanın doğaya, tanrının doğaya şefkatini duyar, doğanın doğaya, tanrının doğaya gösterdiği merhameti de bilir, kıymetli olur. Çünkü insan en çok anlarını, hislerini, sahip olduklarını bildikçe insan kalır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir